Akademik Alanda Tarih Yorumları ve Tartışmaları

Akademik dünya, tarih anlatıları ve yorumları için sık sık bir savaş alanı oluyor. Özellikle Hans Lukas Kieser’in kitabı etrafında dönen tartışmalar bunun bir örneği. Kitap, 20. yüzyıl başlarında Türkiye’nin rolüne ilişkin tartışmalı bir tarih yorumu sunuyor. Atatürk ve Lozan Antlaşması’nın kitaptaki temsili, akademik araştırmaların bütünlüğü ve objektifliği hakkında önemli tartışmaları ateşledi.

Cengiz Özakıncı ve Levent Yıldız’ın YouTube’da yaptığı bir programı izliyordum; onların harika bir yayın servisi var. Şu adresten izleyebilir ve abone olabilirsiniz:

Tarihsel Söylemde Kanıtın Önemi

Tarihsel analizin önemli bir yönü, kanıtlara dayanmasıdır. Soykırım gibi ağır suçlamalar, güçlü kanıtlar gerektirir ve ideal olarak yetkin uluslararası mahkemelerce yargılanmalıdır. Bu tür ciddi iddialarda somut kanıt eksikliği, iddia sahiplerinin motivasyonları ve metodolojileri hakkında endişeler uyandırır.

Lozan Antlaşması ve Türk Tarihinin Yeniden İncelenmesi

Kitap, Cambridge University Press tarafından satışa sunulmuş. Hans Lukas Kieser, daha önce de Türklere karşı kötü niyetle ve ırkçı bir hevesle saldıran bazı çalışmalar yayınlamış. Kieser, kitabında Lozan Antlaşması’nın, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olduğunu ve Avrupa’da Nazi ve Faşist rejimlerin kurulmasına ve ‘demokrasinin’ son çivisinin çakılmasına neden olduğunu iddia ediyor. Kieser, İngiliz Emperyalizmi, Yunanistan (Birinci Dünya Savaşı ve Lozan Antlaşması sırasında bir krallık olan) ve Fransa ve İtalya gibi diğer emperyalist hegemon güçlerin dünyanın geri kalanına ‘demokrasi’ getirdiğini iddia ediyor. Kieser, Lozan (Lausanne) Antlaşması ve Türklerin bu süreci durdurduğunu savunuyor.

İki yalan (emperyalistlerin demokrasi getirdiği ve Türklerin Lozan Antlaşması ile demokrasinin evrimini durdurduğu) birleştirildiğinde, bu durum bir gerçek oluşturmaz, ancak Kieser’in itibarını tamamen zedeler. Üniversitenin kendi kurallarına göre ‘evrensel’ bilimsel bütünlük yaklaşımını takip etmediği bir üniversite tarafından yayınlanan ucuz propaganda, bu süreçte o üniversitenin itibarını da onarılamaz şekilde zedeler.

Kitabında Kieser, Atatürk’ün bir Türk Krallığı’nın egemen hükümdarı olarak kendini kurma fırsatına sahip olduğunu iddia ediyor. Ancak, bu iddia Lozan Antlaşması’nın hükümleri ve tarihi gerçekler ışığında şüpheye düşüyor. Bu tür bir iddia, Atatürk’ün kraliyet statüsüne özlem duymak yerine, Osmanlı Monarşisini ve Hilafeti yıkarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında önemli bir rol oynadığı iyi belgelenmiş bir gerçek olduğundan, Kieser’in çalışmasının güvenilirliğini zayıflatıyor. Bu başarı, Türk halkının önemli katılımı ve desteğiyle gerçekleştirildi. Ayrıca, Kieser’in anlatısının, modern, laik Türk Cumhuriyeti’ne karşı çıkan, ırkçı motivasyonlu siyasi görüşleri olan kişileri sık sık yücelttiği görülüyor. Bu önyargı, onun yorumlarının objektifliği ve güvenilirliği konusunda soru işaretleri uyandırıyor.

Kieser, çeşitli kötücül ideolojilerin, özellikle ırkçılık, Nazizm ve Faşizmin köklerinin, Lozan Antlaşması’nın sonuçlarına dayandığını öne sürüyor. Bu antlaşmanın, geçersiz hale gelen Sèvres Antlaşması’nın yerini alarak, Sèvres Antlaşması’nın ilk olarak şekillendirdiği jeopolitik manzarayı temelden değiştiren yeni bir realpolitik çağı başlattığını savunuyor. Kieser, Sèvres Antlaşması’nın etkili kaldığı takdirde evrensel ve uluslararası barışı kolaylaştırabileceğini öne sürüyor. Bu antlaşma, genellikle Yunanistan, İngiliz İmparatorluğu, Fransa ve İtalya gibi yabancı güçler arasında Türk topraklarının bölüşülmesi olarak algılanıyor ve Türk ulusunun hayatta kalmasına doğrudan bir tehdit olarak görülüyordu. Bu durum, Türkiye’yi kaynaklar, toprak veya egemenlik olmaksızın bırakabilecek ve halkını soykırım riskine maruz bırakabilecekti. Kemalistler tarafından bu antlaşmanın reddedilmesi, Kieser’in görüşüne göre, uluslararası ilişkilerin seyrini ve belirli yıkıcı ideolojilerin evrimini önemli ölçüde etkiledi.

Kieser’in Lozan Antlaşması içindeki ‘sözler’ hakkındaki tartışması, Cengiz Özakıncı ve Levent Yıldız tarafından eleştirel bir şekilde incelenmiştir. Onlar, Kieser’in Rıza Nur’un çalışmalarına ve Lozan Antlaşması etrafındaki olaylara yönelik yorumunun tarihsel bağlamı önemli ölçüde çarpıttığını ikna edici bir şekilde savunuyorlar. Nur’a göre, Türk Kemalistler tarafından Hilafetin kaldırılması, Lozan Antlaşması’ndan önce yapılan kesin bir hamleydi ve bu antlaşmanın bir sonucu değildi. Bu, Türklerin Antlaşma sırasında uluslararası baskı altında böyle bir söz vermek zorunda kaldığı yönündeki Kieser’in ima ettiği iddianın aksini gösterir. Ayrıca, Özakıncı ve Yıldız, Lozan görüşmeleri sırasında aslında Yunanistan, İtalya, Fransa ve İngiliz İmparatorluğu temsilcilerinin, Türklerin iddia edilen aşağılıklarını öne sürerek, ırkçı bir anlatı ortaya koyduklarını vurguluyorlar. Onlar, bu algılanan aşağılık durumun, modern hukuki çerçeveler benimsemek yerine Şeriat hukukunun Türk halkına uygulanmaya devam etmesini gerektirdiğini iddia ediyorlar; böylece eşitlik ve insan hakları idealleriyle çelişiyorlar. Bu yorum, Kieser’in bakış açısına meydan okuyor ve tarihsel analizdeki karmaşıklıkları ve önyargıları vurguluyor.

Cengiz Özakıncı’nın araştırmaları, Türkiye’deki Kemalist hareketin, Batı Avrupa’dakilere benzer modern yönetişim ilkelerini benimsemekte istekli olduğunu vurgulamaktadır. Bu ilkeler arasında; hukuk karşısında eşitlik, laiklik, insan hakları ve kadın hakları yer almaktadır. Bu ilerici duruşun aksine, o dönemde Batı Avrupa güçleri — özellikle Britanya İmparatorluğu, İtalya, Fransa ve Yunanistan — Osmanlı dönemi yasalarının ve düzenlemelerinin korunmasını savunuyordu. Bu ısrar, modern yönetişim ve insan hakları idealleriyle çatışıyor gibi görünmektedir.

Ayrıca, Türkiye’nin seçim ve temsil hakları açısından ilerlemesi, dönemi için dikkate değer bir şekilde ilericiydi. Büyük Britanya’da Sufraget (Kadınların Oy Hakkı) hareketi ivme kazanırken, Türkiye zaten önemli adımlar atıyordu. Türk kadınları, oy hakkı kazanmıştı ve hükümette ve diğer resmi kapasitelerde aktif olarak yer almaya başlamış, İngiltere ve Amerika’daki kadınlar erkekler tarafından seçme ve seçilme hakkını istedikleri için dövülüp hapishaneye atılırken, Türk kadınları seçimlerde ve yönetimde yer alıyordu. Türkiye’deki bu ilerleme, birçok Avrupa ülkesi siyaset ve yönetimde cinsiyet eşitliği konusunda hâlâ mücadele ederken gerçekleşti. Türk tarihinin bu yönü, Avrupa ve Ortadoğu’da demokratik hakların evrimi hakkındaki tartışmalarda sıklıkla göz ardı edilmektedir.

Kieser’in bu tasviri, özellikle Cambridge yayını ile ilgili olarak çalışmasının objektifliği konusunda endişelere neden olmaktadır. Bu yayında sunulan anlatı, tarihsel gerçekleri çarpıtmış gibi görünmektedir, muhtemelen Lozan Antlaşması’nı ve Türkiye’deki Kemalist Devrimin dönüştürücü etkisini küçümsemeye hizmet etmek için tasarlanmış bir yayındır. Bu tür bir temsil, dönemin karmaşık dinamiklerini sadece basitleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda Kemalist önderlerin modern Türkiye’nin hukuki ve sosyal çerçevesini şekillendirmede öncül ve önemli çabalarını bilerek ve isteyerek göz ardı etmektedir. Bu da akademik açıdan, kanımızca, adi bir suç teşkil etmektedir.

Burada kısa bir ara verip şimdiye kadar Kieser’in savlarını inceleyelim: Hans Lukas Kieser’in akademik olarak dürüst olmadığını ve bulguları kötü niyetle çarpıttığını iddia eden ikna edici bir argüman oluşturmak için, onun argümanlarının doğasını, kaynaklarının bağlamını ve akademik dürüstlük için daha geniş akademik standartları incelemek esastır.

  1. Kieser’in Argümanlarının İncelenmesi:

Görüşüldüğü üzere, Kieser’in tezi, çeşitli kötücül ideolojilerin doğuşunu doğrudan Lozan Antlaşması’nın sonuçlarına bağlamak gibi bir görünüm sergilemektedir. Karmaşık tarihsel olayları tek bir neden-sonuç anlatısına indirgeyen bu basitleştirme, tarihsel gelişmelerin çok yönlü doğasını hesaba katmada genellikle başarısız olan redüksiyonist bir yaklaşım olarak görülebilir. Tarihçiler ve bilim insanları genellikle olayların karmaşıklığını kabul eder ve geniş tarihsel değişiklikleri tek nedenlere atfetme konusunda dikkatli olurlar. Kiesler ve onun gibi akademik bir ünvanın arkasına sığınan sahtekarlar ise iddia ettikleri yalanların emperyalist yok etme planlarına uymasını sağlamak için bilimsel ahlaka ve onura aykırı davranmaktan bir beis görmezler. Kiesler de diğer yalancılar gibi bugüne kadar verdiği ‘eser’lerde ve bu propaganda yayınında aynı şekilde davranmaktan utanç duymamaktadır. Bu da Kiesler’in ve Kiesler’in bu yalan propagandasını akademik bir yayın gibi yayınlayarak kendi ahlak düsturlarına karşı gelen Cambridge Üniversitesi’nin karakteri hakkında bir bilgi verir.

2. Referansların Bağlamı ve Yorumu:

Kieser’in Rıza Nur’un eserlerini ve Lozan Antlaşması etrafındaki olayları yorumlaması endişe uyandıracak denli yanlı ve yanlış nakiller ile doludur. Eğer Cengiz Özakıncı ve Levent Yıldız tarafından tartışıldığı gibi, Kieser Nur’un çalışmalarını önemli ölçüde yanlış yorumladıysa veya seçici bir şekilde alıntı yaptıysa, bu durum akademik dürüstlük ihlali olarak görülebilir. Doğru akademik davranış, kaynakların doğru bir şekilde temsil edilmesini gerektirir. Özellikle tarih araştırmalarında, önceden belirlenmiş bir sonucu desteklemek için bir kaynağı yanlış temsil etmek, entelektüel olarak dürüst olmamak olarak görülebilir.

3. Aldatma Niyeti:

Kieser’in kasten aldatma niyeti olduğunu iddia etmek daha zorlayıcı bir iddiadır, çünkü bu, Kieser’in motivasyonlarının kanıtını gerektirir. Ancak, Kieser’in tutarlı bir şekilde kaynakları yanlış temsil ettiği veya tezine çelişen önemli tarihsel gerçekleri atladığı gösterilirse, yanıltma niyeti çıkarımında bulunulabilir. Özellikle belirli bir anlatıya hizmet ediyorsa, seçici alıntı yapma veya yanlış yorumlama gibi bir model, altta yatan bir önyargıyı veya tarihi anlayışı belirli amaçlar için manipüle etme girişimini işaret edebilir.

4. Tarihsel Gerçeklerdeki Çelişkiler:

Eğer Kieser’in Lozan Antlaşması ve Türkiye’deki Kemalist reformlar hakkındaki iddiaları, iyi belirlenmiş tarihsel gerçeklerle doğrudan çelişiyorsa, bu tutarsızlık eleştirel bir şekilde incelenmelidir. Örneğin, eğer Kemalistlerin modern hukuki ve sosyal reformların savunucuları olduğu tarihsel olarak açık ise, bu durum Kieser’in çalışmasının doğruluğunu ve bütünlüğünü daha da sorgulamaktadır.

Sonuç:

Özetle, Kieser’in akademik dürüstlüğüne karşı ikna edici bir argüman, kaynak kullanımının detaylı bir analizini, tarihsel yorumlarının doğruluğunu ve argümanlarının kurulu tarihsel gerçeklerle tutarlılığını içermelidir. Kötü niyet iddiası, dikkat ve önemli kanıtlar gerektirirken, yanlış temsil veya seçici alıntı yapma desenlerinin gösterilmesi, çalışmasının güvenilirliğini önemli ölçüde zayıflatabilir. Bu konuyu daha ileride incelemeye devam edeceğim.